Ağlayan Heybe

Ağlayan Heybe
Bir minik heybeye bakıp bakıp neden ağlar insan?
İleri yaşına rağmen kalın camlı gözlükleri ve nasırlaşmış elleriyle, beş şişle binbir emekle örülmüş, kırmızı kilim desenli küçük bir heybenin karşısında neden gözyaşlarına boğulur insan?
Beraber geçirilen ayların, yılların hatıraları bir anda canlanıveriyor aklımın anı defterinde… Ahenkli, zarif şiş seslerinin tınısı; uzun kış gecelerinde akan bir suyun dinginliği gibiydi… Boynuna doladığı ip bitince, yumaktan tekrar tekrar çekerdi kayınvalidem. Nereden bilebilirdi ki, o gittikten sonra bu heybenin duvarda asılı duran hatırasına bakıp bakıp ağlayacağımı… Onu dualarla, gözyaşlarıyla hatırlayacağımı…
Belki de bilmişti… “Bir hatıram, bir eserim olsun,” demişti içinden. Bilmez mi eskiler, tıpkı benim ninelerimin söylediği gibi:
“Rahmet okursunuz yavrum…”
Hakikaten de rahmet okuyoruz.
İz bırakmak ne büyük işmiş! Her seccadeyi açtığımda dua ederim onlara… “Kaimvalide” demiş atalarımız. Anne yerine geçen, annemiz gibi olan, her şartta annemiz sayılması gereken o kıymetli insan… Zaten öyle olmadığında evlilik de evlilik olamazdı ki.
Kayınvalidemle ilk tanıştığımızda, sanki beni ezelden beri tanıyormuşçasına bir sevgiyle sarılmıştı. Eşime, “Dualarımdakinden de fazlası oğlum,” diyerek mahcup etmişti beni. Bizleri öz kızlarından ayırmamıştı. Kendi evlatlarının evinde baş tacı edilse de, eli hiç boş durmaz; tüm torunlarının çeyizlerine göz nuru, el emeği yün işler yapardı.
Yakın vakitte evlenen kızımın çeyiziyle birlikte, kayınvalidemin el emeklerini de gönderdim. Ancak bir tanesini gönderemedim… Küçük boncuklu o heybe…
Kızıma, “Müsaade edersen o bizde hatıra kalsın,” dedim.
Ve şimdi, evimizin bir köşesinde asılı duruyor. Bana hep seni hatırlatacak. Ne muhteşem bir iz, ne derin bir eser bırakmışsın… Gidip geldikçe o heybeyi okşuyorum; sanki senin ellerini okşuyorum hissi sarıyor beni.
Gecenin iki buçuğunda, sağanak gibi yağan bir duygu seliyle, yazmanın şifasına sığınıyorum. Aslında o heybenin her ilmeğine hayatımızı, geçen ömrümüzü, sohbetlerimizi, hatıralarımızı, emeğimizi ve sevgimizi — ve belki de en çok fâniliğimizi — işlemişsin.
Sen gidince, ilmekler konuşur oldu, anne…
Sen evlatlarına hem anne hem baba oldun.
Yıllar yılları acılarla kovaladı. Yokluklar, kıtlıklar, gençliğini alıp götürdü ömür tomarından.
Gençlik geçince, geriye ne kalır ki hayattan…
Dile kolay: Seksen dört yıl!
Bir yel gibi esti, geçti değil mi anne?
Bu dünyadan bir Fatma Ana geçti…
“Analık” kaderinin en güzel gülüymüş. Daha adınla birlikte sana verilmiş bir pâyeymiş bu: Fatmaana.
Biliyor musun, sana ölümü hiç yakıştıramadım ben.
İyileşmeni umutla beklerken, hastaneden iyi haber beklerken, birkaç gün önce rüyamda,
“Ben gidiyorum, hakkını helal et kızım,” dediğinde, içimde bir şeylerin koptuğunu hissetmiştim. Ama kendimi kandırdım. Bu acı gerçeği kendimden bile gizledim…
Ta ki son hastane yatışına kadar, anne…
Şimdi öyle bir boşluk var ki…
Yerini doldurmak imkânsız…
Gece namazlarına usulca kalkışların, sabah duaların, kuşluk, evvabin namazların, elinden düşürmediğin Kur’an’ın, kitapların, tesbihlerin… Uygun gördüğün herkese ettiğin nasihatler… Altı hayırlı evlat ve onların evlatları… Hepsi senden birer hatıra, hepsi sana şahit kaldı.
Şimdi bize…
Her sabah namazından sonra teker teker isimlerimizi anarak kim dua edecek, anne?..
Ardında sadaka-i cariye bırakanlara ne mutlu…
Sen de o bahtiyar kullardansın inşallah, anne…
Sohbeti çok severdin ya…
Şimdi hatıraların bizimle. Biz onlarla avunacağız.
Ve dualarımızla seninle konuşacağız.
Bilhassa kayınvalidem Fatmaana Hamurcu’nun ve cümlemizin geçmişlerinin ruhları için El-Fatiha…
Aysun Rabia Güler