G-YNGZ371DBD
Dolar
Euro
Altın
BİST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

ÇINAR’DAKİ ÖZ DEĞİŞİM

13.07.2025
49
A+
A-

-1988 Yılının Başı-
Ocak ayının ortalarında, Diyarbakır’ın Çınar ilçesine doğru ilerleyen tozlu bir minibüs, kıvrım kıvrım yolları aşarak kasabanın girişine yaklaşırken, içinde oturan ince yapılı, minyon tipli bir adam camdan dışarıyı seyrediyordu. Ceketinin yakasını kaldırmıştı, ama rüzgâr sanki camdan içeri sızıyor, zihnine doğru esiyordu.
Ahmet Nureddin, taşradaki yeni görevine, on üç yıldır okuduğu, yazdığı kelimeleri yüklenerek geliyordu. Kütahya- Urfa hattından çıkan yolculuğu yaklaşık iki gün sürmüştü. Bavulunda birkaç pantolon, bir yedek gömlek ve en kıymetlisi: yıllardır altını çizdiği kitaplar. Kiralık ev bulursa eşi ve ilk evladı, “kızçesi” Hediye arkadan geleceklerdi.
Tanpınar’ın “Beş Şehir”i, Sezai Karakoç’un “Şahdamar”ı, Kemal Tahir’den “Yorgun Savaşçı”, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sı, kendi el yazısıyla deftere geçirdiği deneme ve sohbet notları. Bir de roman taslağı: Sürgündeki Çeçenya-2 ( Ver Elini Türkmeneli- sonradan neşredildi.)
Minibüs Çınar’ın toprak yoluna saptığında, Ahmet Nureddin ufka baktı. Tepelerin ardında kış güneşi, kan gibi kırmızıydı. İçinden, “Burada, kelimeler büyür de inkişaf ederek eserlere döner mi acep?” diye geçirdi.
Çınar Lisesi, ilçenin kenarındaydı. Tek katlı, sıvaları dökülmüş, avlusunda yaşlı bir çınar ağacı olan küçük bir okuldu. Kapıdan içeri adım attığında, okulun müdürü – ellili yaşlarında, tedirgin bakışlı bir adam – onu karşıladı.
“Hocam hoş geldiniz. Valla sizin gibi bir edebiyat öğretmeni bize uzun zamandır nasip olmadı,” dedi. Ama sonra sesi kısıldı: “Yalnız hocam, burası… biraz zor bir yer. Ne sağ belli, ne sol. Kelime seçerken bile dikkat ister.”
Ahmet Nureddin içtenlikle başını salladı. “Ben siyaset yapmam. Benim dilim edebiyat. O da zaten başlı başına bir sığınaktır.”
İlk gün odasına yerleşti. Oda demeye bin şahit isterdi: çatlak sıvalar, demir ranzalı bir yatak, penceresi olmayan bir yer, bir de kalorifer peteği.
Ama Ahmet Nureddin halinden şikâyet etmedi. Kitaplarını sıraladı, defterini açtı. O gece günlüğüne şunları yazdı:
“Çınar’da rüzgâr sert. Ama çocukların gözleri… evet, gözleri umut dolu. Bu umut, şiire yer açar mı, bilmiyorum. Ama deneyeceğim.”
Ertesi gün, ilk dersi 11-B sınıfındaydı. Sınıfa adımını attığında, çocukların gözleriyle karşılaştı. Bazıları ürkekti, bazıları meraklı. Tahtaya hiçbir şey yazmadan başladı konuşmaya:
“Ben Ahmet Nureddin. Size edebiyatı anlatacağım. Ama sadece müfredatı değil. Size kelimenin gücünü, bir mısranın geceyi nasıl aydınlattığını, bir hikayenin hayata nasıl ölçü verdiğini anlatacağım.”
“Çünkü,” dedi ve durdu, “bu topraklarda önce kelimeler susturulur. Ben, sizin kelimelerinizi susturmayacağım.”
Sınıf sessizdi. Ama o sessizlikte, içten içe bir kıvılcım doğuyordu.
**
Ahmet Nureddin ikinci gününde 11-B sınıfına girdiğinde, öğrencilerin çoğu hâlâ temkinliydi. Sınıfın arka sırasına çökmüş, alnına düşen perçemini kitap sayfasına gizleyen Cenap (Ekinci) Ahmet Hoca’nın dikkatini hemen çekmişti. Kıvrak zekâsını belli eden bir yüz ifadesi, ama suskunluğu seçmiş bir öğrenci hâli vardı.
Ahmet Nureddin tahtaya eğildi ve tebeşiri eline aldı. Yavaşça yazdı:
“Kelimeler korkuya karşı büyür.” Arkasını dönmeden konuştu: “Bu sınıfta herhangi bir kelime yasak değildir. Bu sınıfta susturulan tek şey, cehalettir.”
Öğrenciler birbirine baktı. İlk defa bir öğretmen böyle başlamıştı. Müdür yardımcısının derslerde belirli yazarları okutmayın dediği okulda, bu sözler fazlasıyla cesurdu.
Ahmet Hoca defterini açtı:
“Bugün sizden üç kelime isteyeceğim: Sizi en çok korkutan kelime, size umut veren bir kelime, hiçbir yerde duymadığınız ama kendi içinizde taşıdığınız bir kelime.”
Gençler, kalemlerini oynatmaya başladılar. Sınıfta mırıltılar yükseldi. Bazı defterler boş kaldı. Ama Cenap, yazmaya başladı. Ahmet Hoca göz ucuyla onun sayfasına baktı: Korku kelimesi: sessizlik, umut kelimesi: cümle; içten kelime: anlaşılmak…
Derse ara verildiğinde, Ahmet Hoca arka sıraya yanaştı: “Adın neydi?” “Cenap Ekinci.” dedi öğrencisi. Üç ay sonra bulabildiği evinin hemen yanıbaşında olacaktı evleri. Babası Şahap Amca ile pek çok irfan sohbetinde bulunmuştu.
“Güzel yazmışsın. Anlaşılmak kelimesi herkesin içinde sakladığı ama dillendirmeye çekindiği bir kelimedir.”
Cenap hafifçe başını eğdi : “Sizce anlaşılmak mümkün mü hocam?” Ahmet Hoca gülümsedi:
“Bazen bir kitapla, bazen tek bir mısra ile… Bazen de bir öğretmenin gözleriyle.”
O gün dersten sonra Cenap eve döndüğünde, ilk defa bir öğretmen için not tuttu defterine:
“Adı Ahmet Nureddin. Gözleri konuşuyor. Bir şey anlatmıyor, bizi konuşturuyor. Belki de ilk defa edebiyat dersinde düşünmeye başladım. Bu adam tehlikeli olabilir, farkında olmadan siyonistlerin düzenini bozabilir gibi…”
Günler ilerledikçe Cenap, Ahmet Hoca’nın kitap önerilerini bir bir okumaya başladı. Önce “Çile”, sonra “İkinci Yeni” şiirleri, sonra Dostoyevski’ye uzanan geceler… Ahmet Hoca da onun farkındaydı. Bir derste şöyle dedi:
“Bazı öğrenciler vardır, daha lise sıralarındayken içlerinden profesörler konuşur. Ama bu onları susturmaz, aksine olgunlaştırır. Fenle ilgili bir okulu seçseler de okuma aşkları onlara çok yardımcı olacaktır. İste o sıfatta gençler, zamanı geldiğinde dünyayı değiştirecek adamlardır.”
Cenap bu sözleri duyduğunda, başını defterine eğdi. Ama içinden geçen cümleyi hayatı boyunca unutmadı:
“Bir gün ben de kelimelerle insanlara dokunacağım.”
Ve o sınıftan, yıllar sonra, adı bir üniversitede derslik tabelalarına yazılan Prof. Dr. Cenap Ekinci çıkacaktı. Ama o, ne zaman bir öğrenciye baksa, zihninde hâlâ o çınarın altındaki hocayı görürdü.
**
Mart ayının sonuydu. Çınar’a mevsim geç geliyor, ilkbahar ancak takvimde yer buluyordu. Okulun bahçesindeki çınar ağacı henüz yapraklanmamıştı. Ama Ahmet Nureddin, sınıfın içindeki çocukların yavaş yavaş yeşermeye başladığını hissediyordu.11-B sınıfında o gün serbest yazı günüydü. Ahmet Hoca tahtaya bir tek cümle yazmıştı:
“Bu topraklar, bir şiiri bir silahtan daha çok sevecek günleri görebilir mi acaba?”
Öğrenciler defterlerine kapanmış, düşüne düşüne yazıyorlardı. Cenap her zamanki gibi arka sırada bir cümleyi büyütüyor, Zeynep mecazlarla oynuyor, Yusuf ise durmaksızın kalemini oynatıyordu.
Yusuf, sessiz ama içine çok şey sığdıran bir çocuktu. Babası, geçen yıl dağ köyünde çıkan bir çatışmada ölmüştü. Annesi kasabada halı dokuyarak geçimini sağlıyordu. Yusuf’un gözleri çoğu zaman uzaklara dalar, sesi ise kısılmış bir şarkı gibiydi.
O gün yazdığı şiiri Ahmet Hoca dersten sonra masasına bıraktı. Üzerine başlık atmamıştı, sadece şunlar yazılıydı:
Toprağa düşen kardeşin ismi
Kimliğinde yazmaz, gözlerinde kalır.
Sustum. Çünkü susmak da bir tür haykırıştı.
Annemin avuçlarında barut kokusu
Ve bir kelime: “Yeter.”
Ahmet Hoca şiiri okuduğunda bir an sustu. Sonra defteri kapattı, çantasına koydu: “Yusuf, bunu bir dergide yayımlamak istersen seninle konuşuruz,” dedi sadece. Ama ertesi gün okulda beklenmeyen bir şey oldu.
Sabah saatlerinde sivil kıyafetli iki kişi müdür odasında göründü. Ellerinde birkaç öğrenci defteri vardı. Biri, Yusuf’un defterini çevirdi.
“Bu yazı devlet aleyhinde yorumlanabilir,” dedi. “Kayıt altına alınacak.”
Müdür, korkuyla başını eğdi.
“Hocamın yönlendirmesi yoktur,” diyecekti ama sesi kısıldı. Yusuf öğle arası okuldan alındı. Gözaltına götürüldü. Sınıfta sessizlik oldu. Cenap, defterini yumrukladı.Zeynep ağladı. Ahmet Hoca ise taş kesildi.
O akşam hiçbir öğretmen odasında kalmadı. Ama Ahmet Hoca geç saatlere kadar Yusuf’un şiiriyle baş başa kaldı. Sonra günlüğüne şunları yazdı: “Bir çocuk şiir yazdığı için alınıyorsa, artık biz kelimelerle değil, suskunlukla konuşuyoruz demektir. Ama bu suskunluk, teslimiyet değil; sessiz bir başkaldırıdır.”
Ertesi gün ders saatinde sınıfa girdiğinde, hiçbir şey söylemeden Yusuf’un şiirini tahtaya yazdı. Bittiğinde kalemi bıraktı ve sınıfa döndü:
“Yusuf’un sesi şu an burada değil. Ama mısraları burada. Şiir hiçbir zaman sorgulanamaz. Şiir ya anlaşılır, ya bekler.”
Öğrencilerden biri, önce Cenap, sonra Zeynep, ardından bütün sınıf ayağa kalktı. Sınıf o gün hiç oturmadı. Sessiz bir ders işlendi yani. Yusuf’un mısraları tahtada kaldı, günlerce silinmedi.
Okul yönetimi sanki lal kesilmişti. Ama herkes biliyordu ki, bu selamdan sonra “kelamla” başlatılmış sessiz bir direnişti.
**
Çınar Lisesi’nde bir şey değişmişti. Yusuf’un gözaltına alınmasından sonra okulun koridorlarında yankılanan sessizlik, artık bir sükuttan öte bir tetikte bekleyişe dönüşmüştü. Öğrenciler mırıldanmaz, öğretmenler sınıf dışında konuşmaz olmuştu.
Ve bir sabah, okulun yazı işleri memuru, kalın bir zarfla müdür odasına girdi. İçinde Milli Eğitim İl Müdürlüğü’nden gelen resmî tebliğler vardı.
O gün öğleden sonra tüm öğretmenler, okulun loş öğretmenler odasında toplandı. Müdür, elinde zarflarla içeri girdi. Yüzü gergindi.
“Arkadaşlar,” dedi. “Bunlar teftiş öncesi bilgilendirme evrakları… ama satır aralarını okuduğunuzda göreceksiniz ki, her birimiz artık takip altındayız.” İsim isim zarfları dağıttı.
Beden eğitimi öğretmeni: “Ders dışı etkinliklerde ideolojik imalara dikkat edilmesi”
Coğrafya öğretmeni: “Bölgesel hassasiyetlere dair söylemlerde merkezi çizginin dışına çıkılmaması”
Din Kültürü hocası: “Yorum katılmaksızın program kitapları dışına çıkılmamalı”
Ve en son olarak, Ahmet Nureddin’e gelen zarf: “Edebi metin seçimlerinde öğrencilere yönlendirici nitelikte içerik sunulmamalı, özellikle yakın dönem şiirlerinde seçici olunmalı. Öğrencilerin bireysel yazı faaliyetleri kontrol altında tutulmalı.”
Odadaki hava birdenbire boğucu bir hâl aldı. Hiç kimse konuşmadı. Sadece biri, genç ve yeni tayin bir tarihçi başını kaldırarak sordu:
“Hocam… Bu ne demek şimdi?”
Müdür, başını önüne eğdi: “Demek ki yalnız değiliz artık. Okulun içinde gözler var. Ama bu hiç de mertçe değil.”
Ahmet Nureddin o zarfa bakıyordu. Açmadı. Sadece çantasına yerleştirdi.
O akşam, Ahmet Hoca okuldan çıkmadan önce kütüphaneye uğradı. Raflardan birine, Sezai Karakoç’un Hızırla Kırk Saat kitabını yerleştirirken, içine küçük bir not iliştirdi:
“Göz göze gelen her mısra, susturulmuş bir yüreği yeniden uyandırabilir. Korku kalıcı değildir. Ama edebiyat kalıcıdır.Söz uçar yazı kalır denmiştir.”
Ertesi hafta yeni bir uygulama başladı: Öğrenci defterleri haftalık olarak rehber öğretmene teslim edilecekti. “Radikal ifadeler” taranacaktı. Yönetmelik, “öğrencilerin güvenliği” adına dayatılıyordu.
Ama herkes biliyordu: Bu güvenlik değil, sindirme idi. Bazı öğretmenler direnmeye çalıştı. Bazıları sineye çekti. Bazıları ise okuldan ayrılmak için dilekçe verdi.
Ama Ahmet Nureddin durdu. Ne geri çekildi ne de cephe açtı. Sadece kelam ve kelimeleri cepheye sürerekdevam etti “örtük” adıyla: M.Nuri EMİNLER.
Bir gün öğretmenler odasında, cenaze sessizliği gibi bir durgunluk hâkimken, Ahmet Nureddin zarftan çıkardığı belgeyi masaya koydu. Söz aldı:
“Bu darbe artığı tebliğler, bizim mesleğimizi değil, vicdanımızı denetlemek istiyor.
Ama unutmayın: Biz öğretmeniz. Öğretmen sadece bilgi aktaran değil, aynı zamanda vicdanı ayakta tutan kişidir.Susarsak bizden sonra gelecek nesiller de susar.”
Kimse karşılık vermedi. Ama herkes yutkundu.O gün okulda sadece bir öğretmen sessizce elini uzatıp Ahmet Hoca’nın omzuna dokundu. Bu, yüz sayfalık bir sahabetten daha kıymetliydi.
**
Nisan ayının ikinci haftasıydı. Çınar’ın sokaklarında toz hâlâ havada asılı duruyor, yağmur bulutları ağır ağır birikiyordu. Okulun bahçesindeki yaşlı çınar ağacının gövdesine bir gece yine yazılar kazınmıştı. Sabah silinmişti. Tıpkı son günlerde okulun havasındaki o açıklanamayan, tarif edilemeyen boğucu gölge gibi
Günün birinde “Hocam,” dedi müdür. “Yukarısı… daha fazla kalmana müsaade etmeyecek. Resmî yazı böyle değil elbet. Diyor ki: ‘Hizmet ihtiyacı nedeniyle yer değişikliği.’ Ama hepimiz biliyoruz… bu bir sürgün.”
Ahmet Nureddin gözlüğünü çıkardı. Sessizce mendiliyle camını sildi. Ne şaşırdı ne de itiraz etti. Yalnızca, “Ne zaman gitmem isteniyor?” diye sordu. “Bir hafta içinde. Ama sessizce. Öğrencilere açıklama yapılmaması rica edildi.”
O hafta boyunca hiçbir öğrenci Ahmet Hoca’nın içinde kopan fırtınayı fark etmedi. Her gün aynı ceket, aynı kitaplar, aynı sakin ses tonu. Ama Cenap bir degişiklik fark etmişti.
Ahmet Hoca’nın gözlerindeki fer sönmeye yüz tutmuştu. Bir derste, Cenap dayanamayıp sordu: “Hocam siz de gidiyor musunuz?”
Ahmet Hoca dondu. Bir anlık bir boşluk oldu sınıfta. Sonra başını öne eğdi.“Bazen kelimelerin gitmesi gerekir, Cenap. Ama kelimeler giderken eğer iz bırakıyorsa, o zaman aslında hiç gitmemiştir.”
O akşam Cenap defterine şunu yazdı: “Bazı gidişler vedasız olur. Çünkü vedalaşmak, ayrılığı kabullenmektir. Ahmet Nureddin Hoca vedalaşmadan gidiyor. Çünkü bu ayrılığı biz hak etmedik.”
Ahmet Hoca son gün, sabah dersinden sonra kütüphaneye uğradı. Raflara birkaç yeni kitap daha ekledi. İçine küçük notlar yazdı: Kuyucaklı Yusuf’un içine: “Yalnızlığı taşıyanlar, hakikati taşımaya da alışkındır.” Çile’nin içine: “Zorluklar, kalbi incitir ama ruhu eğitir.” Dönüşüm’ün içine: “Toplumdan dışlanan herkes, aslında toplumu temsil eder.”
Sonra kütüphane masasının çekmecesine bir zarf bıraktı. Üzerinde tek bir cümle vardı: “Bu okulda, sessizce kelimeleri yeşerten bir adam yaşadı. Adı Ahmet Nureddin’di.”
Ertesi sabah, Ahmet Hoca vedasızca gitti. Servis minibüsüne tek başına bindi. Ne öğrencilere el salladı ne de arkasına baktı. Ama Genç Cenap, o sabah okulun çatısına çıktı ve uzaklaşan vasıtaya baktı. “Bir gün profesör olursam, ilk dersime onun adıyla başlayacağım.”
“Bugün kelimeler sessiz. Ama yarın… mutlaka konuşacaklar.”
**
-2015-
Güneşli bir Nisan sabahıydı. Baharın ilk nefesi Diyarbakır’ın bütün ilçelerine dağılmış; Çınar’ın tozlu sokakları bile o gün bir başka kokuyordu. Lisenin bahçesindeki yaşlı çınar ağacı, uzun zamandır ilk defa dallarını bu kadar yeşil açmıştı. Sanki birini bekliyordu.
O gün Çınar Lisesi’nde sıradışı bir tören vardı. Okulun yeni müdürü, öğretmenler, öğrenciler ve basit ama içten bir kalabalık…
Ve konuk olarak gelen biri: Prof. Dr. Cenap Ekinci: Adı şimdi akademik çevrelerde anılan, üniversitelerde dersleri dolup taşan bir tıp profesörüydü. Ama o, ne zaman bu topraklara dönse, ne zaman çınarın gölgesine otursa, zihninde aynı yüz belirirdi: Hocası Ahmet Nureddin.
Cenap kürsüye çıktığında, okulun çatısına göz ucuyla baktı. Yıllar önce Ahmet Hoca’yı uğurlarken durduğu yerdi orası. Konuşmaya başlamadan önce cebinden yıpranmış bir defter çıkardı.
Sarı sayfaların arasından ince bir şiir kâğıdı düştü — Yusuf’un yıllar önce yazdığı şiir. Ve sonra derin bir nefes aldı:
“Ben bu okulda bir öğretmen tanıdım.
Adı Ahmet Nureddin.
O bize sadece edebiyat öğretmedi.
O, bir kelimenin
İnsanı nasıl dik duracağını öğretti.
O, susturulan her çocuğun içinde hâlâ haykıran bir şiir olduğunu fark ettirendi.”
Kalabalık sessizleşti. Eski öğretmenlerden biri ağlıyordu. Bazı öğrenciler anlamıyordu ama hissediyorlardı. Bir müddet durup yutkunan Cenap devam etti:
“Ahmet Hoca hiçbir zaman yüksek sesle konuşmadı.
Ama onun suskunluğu, birçok çığlıktan daha gür çıktı.
Biz onu vedasızca uğurladık.
Şimdi çınarın altında, onun adına bir kitaplık açıyoruz.
Çünkü kelimeler gitmez.
Onlar bekler.
Ve bir gün, geri döner.”
Çınar ağacının altına, taş duvarlı küçük bir raf yerleştirildi. Üzerine bakır levhadan bir plaket çakıldı: “Ahmet Nureddin Kitaplığı — Sessizliğin Sesiyle Büyüyenlere”
İçinde Yusuf’un şiirinin fotokopisi vardı. Kenarında şu not: “Sustum. Çünkü susmak da bir tür haykırıştı.” – Yusuf (1988)
Ve üst rafta duran en özel kitap: Cenap Ekinci’nin kaleme aldığı bir eser. Bir final imtihanında, Cenap öğrencilerin sorularını cevaplarken birisi şöyle demişti:
“Hocam sizce hocalarınız sizi bugün görse, ne derdi?”
Cenap gülümsedi.
Cevabı defterindeydi ama artık ezberindeydi:
“Belki şöyle derdi:
‘Cenap, sen kelimeleri yalnız bırakmadın.
Şimdi sıra onları başkalarına emanet etmekte.’”

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.