G-YNGZ371DBD
Dolar
Euro
Altın
BİST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

MÜSLÜMANLAR BUGÜN BU HALDE Mİ OLACAKTI!?    

02.06.2023
116
A+
A-

      Kur’an’ın ifadesiyle, “Allah katında Hak (geçerli) din, İslam’dır…” Al-i İmran, 3/19 emrinde, İslam’dan başka bir dine inanmak, Allah nezdinde kabul göremeyeceği ifade edilmektedir. Zaten İslam, insanlığa gönderilen bütün ilahi dinlerin ortak adıdır. İlahi dinler arasında bir tezat ve çelişki yoktur. Çünkü bütün ilahi dinlerin kaynağı Allah’tır. Ancak aslını koruyarak günümüze kadar ulaşan tek din İslam’dır. İslam, bir kavme ve bir millete değil, bütün insanlığa gönderilen tek evrensel din ve bütün dinlerin son halidir.

İslam dininden ve onun kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’den onay almayan yorumlara kesinlikle İslam denilemez. Biz, kendi arzu ve isteğimize göre bir İslam ortaya koyamayız. İslam’ın kurallarını Allah koymuştur. Allah’ın koyduğu kuralları kabul etmek ve uygulamak her insanın üzerine farz olan bir görevidir. İslam bize değil, biz İslam’a uymak zorundayız. Ayrıca hiç kimse, Kur’an’ın onay vermediği bir şekilde, herhangi bir ilahi emri kendisine göre yorumlayamaz. Çünkü Kur’an anlaşılmayan bir kitap değildir. Zaten Allah, kullarının anlamayacağı emirleri göndermez ve onları, gücünün yetemeyeceği şeylerden sorumlu da tutmaz.

“Bu (Kur’an), bütün insanlığa bir açıklamadır, takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.”

Al-i İmran, 3/138

“… Bunlar Kitab’ın ve apaçık bir Kur’an’ın Ayetleridir.”

Hicr, 15/1

“… Bunlar Kur’an’ın, (gerçekleri) açıklayan Kitab’ın Ayetleridir.”

Neml, 27/1

“Rabb’inin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.”

En’am, 6/115

Benzer birçok ilahi emirde de ifade edildiği gibi, Kur’an’ın emirlerinin tamamı açık, anlaşılır ve herkesin kendisine göre yorumlayamayacağı niteliktedir. Ancak inanan veya inanç grupları İslam’ı bilmiyorsa, elbette ki, O’nun emirlerini yanlış yorumlayacak veya yanlış anlayacaktır. Bu durumda var olan sıkıntı ve eksiklik İslam’a ait değildir. Aslında dinimizi tam olarak bilmiyoruz. Kur’an’a millet olarak hürmetkarız. Onu okuyoruz ancak anlamıyoruz. Onu anlamadan okumak, ciddi bir eksikliktir.

Kur’an’ın dili Arapça’dır. Kur’an’ı anlamak için Arapça bilmek veya dilimize çevirisi yapılmış mealini okumak suretiyle Kur’an’ı anlamamız mümkündür.

“(Allah’ın emirlerini) Onlara iyice açıklasın diye her Peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik…”

İbrahim, 14/4

emrinde anlaşılan her Peygambere, O’nun dili ile ilahi emirlerin gönderilişi, o Peygamber için bir kolaylıktır. Hz. Muhammed (s.a.v)‘in ana dili Arapça olduğundan dolayı, Kur’an’ın emirleri Arapça olarak gönderilmiştir. Yoksa Arapça’nın ayrıca özel bir anlamı ve önemi yoktur. Ancak Arapça, Müslümanların din dilidir. İslam dininin dili, Arapça olduğundan İslam toplumunda mutlaka Arapça bilenlere ihtiyaç vardır. Her birimizin Kur’an’ı anlaması için Arapça öğrenmesi gerekmez. Ancak dilimize çevirisi yapılan Kur’an mealinden Kur’an’ı okuyarak anlamamız, hem mümkün ve hem de en kolay yoldur. Elbette ki, orijinal Kur’an, Arapça halidir. Orijinal halini mutlaka okuyacağız, ibadetlerimizi de orijinal halini okuyarak yerine getireceğiz. Yani Müslüman olarak ibadet dilimiz de Arapça’dır. Bizim gördüğümüz eksiklik, onu anlamadan okumamızdır. Oysa Kur’an;

“Onlar Kur’an‘ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” diyor!

Muhammed, 47/24

“(Resulüm!) Sana bu mübarek Kitab’ı, Ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.”

Tevbe, 9/51

“Hala Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi?…”

Nisa, 4/82

Ayetlerden anlaşılan, düşünmemiz emredilmektedir. Düşünmek için de anlamak gerekir. İslam, biz anlayalım ve dolayısıyla uygulayalım diye gönderilmiş bir dindir. Anlamadan inandığımız, okurken anlamadığımız bir dine inanışımızda büyük bir eksikliğimiz vardır, bunu bilmeliyiz. Zaten inandığımız dinin emirlerini anlamak için bir çaba sarfetmiş olsaydık, binlerce Bid’at ve Hurafe’ye din diye inanmazdık! Çünkü Kur’an bunların birçoğunu şirk olarak kabul etmektedir.

“Alemlere rahmet olarak gönderilen” Enbiya, 21/107

“Yüce bir ahlak üzere olan”

Kalem, 68/4

“Bütün insanlığa örnek ilan edilen”

Ahzab, 33/21

“İnsanlığın son Peygamberi olan”

Ahzab, 33/40

İnsanlığa İslam’ı tebliğ eden bir Peygamberin ümmeti olarak, Kur’an’ı açıklayan, kaynağı Kur’an olan Sahih Sünnet’inin yanında, onunla asla ilişkisi olmayan, O’nun adına uydurulmuş yüzlerce rivayete Hadis diye inandık ve binlerce Bid’at ve Hurafe ürettik!

Düşünmeden, araştırmadan duyduğumuz her şeye din diye körü körüne inandık. Oysa İslam, bizden düşünmeyi, araştırmadan her duyduğumuza inanmamayı ve aklımızı kullanmayı emretmektedir. Düşünen insanlarımıza da dil uzattık ve onlar da korkularından dolayı bir kenara çekildiler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Ne acıdır ki, Müslüman olarak parça parça olduk, bölündük, hiziplere ayrıldık! Yalnız ve ancak Allah’a yönelme yerine, çok farklı şeylere yöneldik!

“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (En’am, 6/159) ilahi emrin, Yahudi ve Hıristiyanlarla birlikte Müşrikler için gönderildiği ve onlar kastedilmekte ise de, İslam ümmeti için de, daha sonra ortaya çıkan gruplaşmalara işaret edildiği de düşünülebilir.

Ayette açıkça, dinde birlik ve beraberliğin önemi vurgulanmakta, bu konuda ayrılığa düşenlerin Hz Muhammed (s.a.v)’den uzaklaşmış olacakları uyarısında bulunmaktadır.

Konu ile ilgili olarak, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyuruyor:

“Yahudiler yetmişbir gruba ayrıldı, birinden başka hepsi Cehennem’dedir. Benim ümmetim de yetmişüç gruba ayrılacaktır. Birinden başka hepsi Cehennem’dedir.”

“O kurutuluşa eren grup kimdir ya Resulullah?” sorusuna cevaben:

“Onlar benim ve ashabımın gittiği yoldan gidenlerdir.” buyurdu.

Ebu Davud, Sünnet, 1

Tirmizi, İman,18

İbn-i Mace, Fiten, 17

İbn-i Hanbel, 2/332

Kendilerini Müslüman olarak tarif etmelerine ve din kitaplarının Kur’an olduğunu söylemelerine rağmen, aralarında inanç yönünden büyük farklılıklar ve derin ayrılıklar mevcuttur. Bu ayrılıklar nedeniyle çeşitli fırkalara bölünmüşlerdir. Bu durumun mutlaka önemli bir nedeni olmalıdır diye düşünmeliyiz. Ancak bütün insanlığa hizmet etmek için, İslam’ı tebliğ edenleri, tarih minnet ve şükranla yadedecektir.

“Hepiniz O’na yönelerek, O’na karşı gelmekten sakının, Namazı kılın müşriklerden olmayın.”

Rum, 30/31

“Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın). (Bunlardan) Her fırka, kendilerinden olan ile böbürlenmektedir.”

Rum, 30/32

Ayetlerde, bütün gönlümüzle Allah’a yönelmemiz istenilmekte, değişik fırkalara ayrılan Yahudi ve Hıristiyanların, hak din olan İslam’ı terk edenlerin veya İslam ümmeti içinde bid’atlar geliştirenlerin ve bölünmeyi körükleyenlerin kastedildiği yorumları yapılmıştır. Bu durum Müslüman olarak çok daha dikkatli davranmamız gerektiğini göstermektedir.

İnsan yalnız Allah’a yönelerek ve yalnız Allah’tan korkarak bu dinin içinde kalabilir. Gerçek ve sağlam din, işte bu dindir. Ne var ki, insanların çoğu bunu bilememiş ve Tevhid inancına şirk bulaştırmışlardır. Ayetlerde, İslam ümmetinin başına gelenler, mucize bir biçimde anlatılmaktadır. Fırka, Mezhep, Tarikat, Parti ve Felsefi akım ayrımları ile yüzlerce parçaya bölünen İslam ümmeti, Kur’an’ın getirdiği Tevhid inancına büyük zarar vermiştir. Müslümanların asırlardır belini doğrultmamasının gerçek nedeni de budur! Bu beladan kurtulmanın tek yolu; İslam dinini Allah’ın kitabı olan Kur’an’a teslim etmek ve Kur’an’dan onay almayan bütün kaynakları ortadan kaldırmaktır. İslam dünyası; ya bunu yaparak kurtulur, ya da din adı altında alkışladığı tefrika manzaralarını yaşatarak perişanlığını sürdürmüş olur!

Ne acıdır ki, İslam birliği yerine, mezhep ve fırkalara, takva ile üstünlük yerine, soy sop üstünlüğüne, Namaz yerine oyun ve eğlenceye, Kabe yerine türbeleri tavaf ettik!

Helal ticari kazanç yerine; faizcilik ve karaborsacılığa, Allah’ın korumasını isteme yerine, nazarlıklara sığınarak ve ağaçlara çaput bağlayarak medet ve koruma umduk!

Batıl inançlar normal bir hale dönüşmüş ve günlük hayatımızda birer gelenek gibi yadırganmadan, farkına bile varılmadan nesilden nesile yaşanmaktadır. Nazar boncuğu takmak, tütsü yapmak, kurşun dökmek, muska yazdırmak, düğümler bağlatmak, çok istediği halde ancak kendi çabaları ile elde edemediği şeylere ulaşmak için; türbelerde kurbanlar kesmek gibi, İslam’ın onaylamadığı hurafelere teslim olduk!

Gayb’a inanma yerine, gayb konusunda keyfi iddialara ve falcılara gönül bağladık. Kur’an’ı rehber edinme yerine, Kur’an’ın ifadesiyle Tağuti şeyleri rehber edindik. Yüzlerce Bid’at ve Hurafe’ye inanarak imanımıza zarar verdik!

Türklerin Orta Asya’daki, büyük çoğunluğu Şamanizm ağırlıklı inançlarının günümüze kadar devam ettiğini görmekteyiz. Üstelik bunların İslam ile hiçbir ilgisi de yoktur. Kapının eşiğine basmamak, geceleri tırnak kesmemek, türbelere bez parçası bağlamak, Gök Tanrı inancındaki Kam’larla bazı tarikatlardaki uygulamalar arasındaki benzerlikler ilk akla gelenlerdir.

Toplumumuzda kültür ile dinin kuralları iç içe girmiş, çoğu zaman örf, adet, gelenek ve an’aneler din emri olarak kabul edilmiştir. Bütün bunlardan kurtulmak için inandığımız dini, doğru öğrenmek ve bilmek zorundayız.

Müslüman olarak görevimizin, mal biriktirmek olduğuna inandık. Biriktirdiğimiz maldan yoksul ve fakirin hakkını ayırmadık. Adeta Zekat emrini unuttuk! Malımız kadar kendimizi itibarlı kabul ettik ve kibirlendik. Mazlumu ve mağduru unuttuk. Kendimizi ayrı bir üst sınıf olarak gördük. Birilerine özendik, benzemeye çalıştık. Boğazımıza kadar israfa bulaştık. Gevşedik, anlamsız şeylere üzüldük, asıl üzülmemiz gereken şeyleri geçiştirdik.

Oysa Kur’an:

“Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” Al-i İmran, 3/139 emri, her Müslüman’ın rehberi ve umudu olmalıdır.

Müslüman malı kadar değil, inancı ve takvası kadar üstün olabileceğine inanmalıdır. Bugün Allah için ne yaptım? diyerek her gün kendisini kontrol etmelidir.

Bu dinin Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)’i dostdoğru tanımadan, bu dini anlamak mümkün değildir. Kaynağı Kur’an olan Sahih Hadis ve Sünnet’in dışında, Hadis diye iddia edilen, Hz. Muhammed (s.a.v)’e isnat edilen ve Kur’an’dan onay almayan rivayetlerden kurtulmadıkça, Hz. Muhammed (s.a.v)’i tanıdığımızı ve O’nun yolunda olduğumuzu söyleyemeyiz.

Ağaçlara çaput bağlamak, kapı eşiklerine nazar boncuğu takmak gibi binlerce İslam dışı inanışla, günaha girdiğimizi anladığımız gün, Allah’a teslim olduğumuza inanmalıyız.

İnsan olmanın erdemi ile Müslüman olmanın şerefini yüreğimizde buluşturduğumuz gün, aç ve açık olan komşumuzu fark edeceğiz.

Kendi milleti ile birlikte, dünya milletlerinin hidayeti ve aydınlanması için hizmet ve tebliğ görevimizi yaptığımız oranda, Allah’ın rahmetinin bizimle beraber olacağına inanmalıyız.

İslam’ın yeniden yorumlanması ve İslam düşüncesinin çağın ihtiyaç ve gereklerine uygun bir şekilde yeniden oluşturulması yolunda yapılacak çalışmalarda, öncelikle temel alınması gereken kaynağın Kur’an olduğu, çağdaş İslam düşünürleri tarafından, ortaya koydukları pek çok eserde hararetle savunulmuştur.

Şurasını asla hatırdan çıkarmamak gerekir ki, İslam’ın her zaman ve mekanda geçerli olabilmesi, onun değişen şartlarda değişik yorumlara açık olması ile mümkündür. “İctihad” adını verebileceğimiz bu önemli prensip ne yazık ki, sadece Fıkıh’a hasredilmiş, Tefsir, Kelam vb. branşlar yanında Sünnet tanımı ve anlayışlarımızda da bir ictihattan söz edilebileceği düşünülememiştir. Halbuki ictihad sadece Fıkıh’a mahsus olmayıp, geniş anlamda İslam’ın, yani Kur’an ve Sünnet’in değişen şartlara göre yeniden yorumlanması şeklinde anlaşılmalıdır.

“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.”

Enfal, 8/60

İslam dinine göre, savaş için hazırlanmaktan maksat, insanları öldürmek olmayıp, onların maddi ve manevi olarak zarar görmelerini engellemektir. Bu da, düşmandan daha güçlü olmakla mümkündür. Çünkü hiç kimse kendisinden daha güçlü bir topluma saldırmaz. Caydırıcı güç haline gelmek, beraberinde barışı da getirir. Ayetteki “besili savaş atları” semboldür. Bunun günümüze yansıyan anlamı ve karşılığı ise, en etkili silahlar, savunma ve savaş stratejilerine sahip olmak olarak anlamalıyız. İslam’ı zamana ve gelişen şartlara göre “anlamalıyızdan’” kastedilen budur. Çünkü Kur’an, insanın imanını ve onurunu korumak ve görevini yerine getirebilmek için güçlü olmayı emretmektedir. Bu güçlü olma, o gün için gerekendir. Ayette geçen kuvvet, zamana ve şartlara göre değişebilir. Allah’ın ve iman ehlinin, düşmanlarını korkutacak düzeyde olması istenmektedir. Eğer bu Ayeti böyle anlamazsak, işgal edilmiş vatanınızda, güçlü silahlarla size karşı savaşan bir güce taş atarak kendinizi savunmay…