TOHUM
Mihraptan yankılanan imamın sesi, caminin serin duvarlarında yankılandıkça iki küçük çocuk, sessizliğin içinde adeta büyüyordu.
Beyaz tişörtlü olanı, gözlerini halının desenlerinde gezdiriyor, mavi yaprak desenli tişörtüyle oturan kardeşi ise bakışlarını minbere dikmişti. Belki de ilk kez bu kadar dikkatli dinliyorlardı her şeyi. Belki de bu, ilk kez bir bayram sabahına babaları Mahmut Can’ın yanında erkenden kalkarak geldikleri yep yeni bir şafağın ta kendisiydi.
Yanlarında oturan yaşlılar gibi secdeye varmasalar da, ellerini düzgün tutmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Mahalle camii, bu sabah onlar için bir okuldu; saf tutmanın, susmanın, dikkatle dinlemenin, başkalarının duasına ortak olmanın dersini öğreniyorlardı.
Minberin yanındaki ahşap işlemelerden süzülen ışık, büyüklerin omuzlarına düşerken, çocukların gözlerindeki masumiyetle birleşti. Camideki en yaşlı adamla en küçük iki çocuk, aynı safta; biri hatırlamanın, diğeri öğrenmenin içinde boy atıyordu.
Namaz bittiğinde imam dua etti, ardından yaşlılar birbirine:
“Allah razı olsun,” dedi. Kimi “Hudaşterazi”, kimi “Tekabellallah”…
Ama o iki çocuk yerlerinden kalkmadı hemen. Birbirlerine dönüp usulca fısıldaştılar:
“Bir daha ne zaman geleceğiz?”
Diğeri cevap verdi:
“Her sabah gelsek olur mu?”
Belki onlar henüz vakitleri bilmiyordu ama kalplerinde bir şey uyanmıştı: huzur, bağlılık ve sessizce büyüyen bir iman tohumu.