YEŞİLİN VE MAVİNİN BULUŞMA NOKTASI: ANTİK ÇAĞDAN GÜNÜMÜZE FOÇA

YEŞİLİN VE MAVİNİN BULUŞMA NOKTASI: ANTİK ÇAĞDAN GÜNÜMÜZE FOÇA
Bazı yerler vardır, insana huzur verir; görünce başka dünyalara yelken açtırır. İnsan, vaktini hep böyle bir yerde geçirmek ister. Hayatı sakin yaşatır ve ruha dinginlik verir. Geçtiğimiz haftalarda böyle bir yerde buldum kendimi. Asırlarca farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış, dünyada eşi benzerine ender rastlanan nitelikte bir çiçek gibi, bir gözü yeşil, bir gözü mavi olan bu yer, Ege’nin incisi Foça.
İzmir’den yönümüzü çevirerek ulaştığımız, M.Ö. 11. yüzyılda Aioller tarafından kurulan ve o dönemde “Phokaia” ismiyle anılan Foça, bizi zeytin ağaçlarıyla karşıladı. Bugün Eski ve Yeni Foça olarak iki bölümden oluşan Foça, adeta saklı bir cennet. Eski Foça’da geçirdiğim bir gün bana adeta rüya gibi geldi. Adını civar adalarda yaşayan foklardan alan bu ilçe, sadece görülmeye değil, yaşamaya da değer.
Foça’da Aioller ve daha sonra bu bölgeye gelen İonlarla kaynaşan yerli halk, M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren hızlı bir yükseliş dönemi yaşar. “Tarihin Babası” Herodotos, Foça için şöyle der:
“Phokaialılar, denizcilikte çok büyük gelişme göstermiştir; öyle ki 50 kürekli ve 500 yolcu taşıma gücünde hızlı tekneler kullanarak uzun deniz yolculuğuna çıkan ilk Hellenlerdir.”
M.Ö. 6. yüzyılın ilk yarısında altın çağını yaşayan Foça, bir süre Perslerin istilasına uğrasa da Hellenistik dönemde, Büyük İskender’in Küçük Asya seferi sonrasında Makedonyalıların hâkimiyetine girmiştir. Şehir; Seleukoslar, Attaloslar ve Pergamon Krallığı tarafından yönetilmiş; M.Ö. 133 yılında Pergamon Krallığı’nın vasiyetiyle Roma İmparatorluğu’na bağlanmıştır. Daha sonra Bizans, Selçuklu komutanı Çaka Bey, Saruhan Beyliği ve Osmanlı yönetimine geçen Foça, tarihin her döneminde Akdeniz ruhunu yaşatmıştır.
Bugün Cittaslow felsefesini benimseyerek yavaş yaşamın keyfini çıkarmak isteyenlerin vazgeçilmezi hâline gelen, taş evleri, dar sokakları ve rengârenk balıkçı tekneleriyle görenleri büyüleyen Foça, ziyaretçilerine huzurlu ve dingin bir atmosfer sunmaya devam ediyor. Masmavi ve berrak denizi, altın sarısı incecik kumsalı ve çevresindeki doğal güzelliklerle birlikte etrafını saran bereketin sembolü zeytin ağaçları, Foça’yı göz kamaştıran bir yer hâline getiriyor. Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi:
“Karataş’a bir kez ayak basan ayrılamazmış derler, Foça da sizi bırakmaz zaten. Kalbinizle bastıysanız eğer…”
Ege’nin incisi Eski Foça’ya geldiğimizde ilk işimiz, aracımızı park edip sahilde biraz yürüyüş yapmak oldu. Masmavi denizin kenarında müşterilerini bekleyen tur tekneleri sıra sıra dizilmişti. Sahil boyunca uzanan lokantalar ve kafeler de şehirde güzel bir an yaşamak isteyenleri bekliyordu. Sahilde, balıkçı teknelerinde paylarına düşeni bekleyen kediler de Foça’ya ayrı bir güzellik katıyordu. Foça denince elbette ilk akla gelen şey balık olur. Özellikle kefal ve barbun burada yenilebilecek en güzel balık türleri arasında. Kalamar ve salata eşliğinde balığınızı yerken ılık esen rüzgâr, adeta müzik gibi bir atmosfer sunuyor.
Taş binalar arasında misafirlerini selamlayan Foça, adeta Avrupa’nın ılık bir kentinde, İtalya’nın gizli bir köşesindeymişsiniz gibi hissettiriyor. Her köşesinde farklı bir güzelliğe şahit olduğum Foça, UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne dahil edilerek korunmaya çalışılıyor.
Karataş Efsanesi, Foça’nın ruhunu ve tarihini yansıtan en bilinen mitolojik anlatımlardan biridir. Efsaneye göre bu gizemli taşın nerede olduğu tam olarak bilinmemektedir. Arnavut kaldırımları arasında ya da bir köşe bucakta olduğu söylenen bu taşa basan kişinin, nereye giderse gitsin bir gün mutlaka Foça’ya geri döneceğine inanılır.
Rivayete göre bu hikâye, Küçükdeniz’de yaşayan Panayot adında bir Rum balıkçı ile Büyükdeniz’de yaşayan Hüseyin adında bir Türk balıkçının dostluğu ile başlar. Her ikisi de çocuk sahibi olamamıştır. Günün birinde Panayot’un teknesi fırtınada sürüklenirken Hüseyin onun yardımına koşar ve dostlukları bu olaydan sonra pekişir. Daha sonra eşleri hamile kalır. Panayot’un oğlu “Talaşa”, Hüseyin’in kızı ise “Deniz” adını alır. İlginçtir ki “Talaşa”, Rumca’da “deniz” anlamına gelir. İki çocuk büyüdükçe birbirlerine âşık olurlar ve Köprübaşı’nda, Karataş’ın üzerinde oturup birbirlerine evlilik sözü verirler. Ancak Talaşa, İzmir’de daha iyi bir hayat kurmak için Foça’dan ayrılır ve bir daha geri dönmez. Deniz ise her gün Karataş’ın üzerinde onu bekler, sonunda hastalanarak hayatını kaybeder. Babaları, çocuklarının hatırasını yaşatmak için Karataş’ı onarır ve bu taşa basan herkesin Foça’ya bağlanacağına inanırlar. Efsane bu şekilde yayılır.
Herodotos’un “Onlar kentlerini, yeryüzünde en güzel gökyüzü ve en güzel iklimde kurdular” sözüyle tanımladığı Foça’da; Siren Kayalıkları, Şeytan Hamamı, Kybele Açık Hava Tapınağı, Athena Tapınağı, Phokaia Antik Kenti, Beş Kapılar Kalesi, surlar, Osmanlı Mezarlığı, Foça Fatih Camii ve Foça Kayalar Camisi gibi pek çok tarihi yapı görülmeye değerdir.
Foça’ya adını veren foklar, bugün azalsa da Siren Kayalıkları’nda yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Besinlerinin azalması, kıyıların yapılaşması ve dalgıçlar tarafından rahatsız edilmeleri nedeniyle tehlike altındalar. Ancak hâlâ Foça’nın sembolü olarak varlıklarını sürdürüyorlar.
Foklar sakinliği ve sessizliği sever, insan da elbette öyle. Bu nedenle, sakin bir hayat arzulayanlar; taş evlerin arasında nostaljik bir hayat yaşamak, masmavi denizinde Ege’nin güzelliklerine açılmak isteyenler, vakit kaybetmeden kendini Foça’ya atmalı. Dinginliği yaşayarak ruhunu diriltmek için.
Önder Güzelarslan